Mecidiye Caminin avlusuna hüzün çökmüştü.
Herkesin yakasında Türkan’ın kardelenleri açtıran gülüşünün olduğu fotoğraf...
Gözyaşları fotoğrafın üzerine damlıyor, Türkan inadına gülüyor!
Saliha teyzeyi arıyorum göz ucuyla, köşede iki büklüm ağlıyor.
Usulca yanına yaklaşıyorum.
Avucunda kurumuş bir papatya, bana uzatıyor.
‘Son okuduğu kitabın arasındaydı, koklar koklar yerine koyardı.
Bu papatya gibi kuruyorum anne! Mehmet’e o kadar dedim, kopartma kurumasın...
Ama bahar gelsin Bolu’ya gideceğim, bu papatyayı toprağına gömeceğim’ derdi.
Baharı bekleyemedi benim papatyam...’
Daha fazla konuşamadı, kurumuş papatyayı bana uzattı.
Türkan’a sarılır gibi sarıldım ona...
***
Çamların arasından kıvrıla kıvrıla çıkarsın Aladağlara,
Her virajda köknar, sarıçamlar karşılar sizi,
Heybetle, bu dağların sahibi biziz, hoş geldiniz der her biri.
Güneşe ayna tutan yaramaz çocuklar gibi,
Dalların arasından güneş gözümüze alıyor.
Bir görünüp, bir kayboluyor.
Yapraklarla saklambaş oynuyor.
Türkan çok mutlu,
Başını aracın camından çıkartmış çamları kokluyor.
Rüzgar saçlarıyla oynuyor.
Yapma diyorum; ‘Bu dağların havası İstanbul'a benzemez, çarpılırsın, hasta olursun.’
Umrunda değil.
‘İstanbul’un da, havasının da ..., kanser etti beni, bırak bu dağların rüzgarını merhem diye ciğerime çekeyim”
Başını tekrar camdan dışarıya çıkartıyor.
Kollarını iki yana açıyor.
Bıraksam bir kuş gibi uçup Karacasu’ya konacak.
Karacasu;
Roma döneminin şifa, şimdinin rant merkezi,
Sahi Fizik tedavi hastanemiz ne oldu?
Ya kaplıcalar!
***
Benim aklım Türkan’da...
Ahhh Türkan,
Kim bilir çocukluğuna hangi hayaller saklı.
Susuyorum, soramıyorum.
Dağı aşıyoruz.
Kızık yaylasının yeşili gözümüze alıyor.
Aralarında beyaz papatyalar saklanmış.
Toplayıp yârimin saçına taksam, toka yapsam.
Ovayı ikiye bölen nazlı nazlı akan derede balık olsam.
Sularla oynasam.
Kuş olsam, çam ağaçlarının tepesine konup bulutlarla konuşsam.
Bir koyun olsam da şu yaylada otlasam.
Dilime bir türkü takıldı;
‘Ot yesam yaylalarda, bana ne lazım börek...’
Ne güzel türküdür.
Geçelim;
***
Yaşlı bir kadın, beli iki büklüm, eti kemiklerine yapışmış.
İncecik ayakları.
Oyy Teyzem, hangi yüzyıldan alıp getirdin o ayakları.
Türkan; ‘dur diyor, bir şeyler alalım’
Kavonaz içinde bal, poşete sarılmış peynirler.
Bu bin bir şifa ürünleri ne yapsak, nasıl yapsak da Dünya’ya tanıtsak.
İl Genel Meclisi üyelerine biri söylesin;
Yolu, kanalizasyonu Kaymakamlar, İl Özel İdaresi memurları yapıyor.
Allah aşkına siz orada ne yaparsınız?
***
Türkan, kavanozu açıyor, ojeli parmağıyla kavanozun içinde bir hilal çizip diline getiriyor.
Ben oralı değilim.
Elinde ki sopasıyla bu dağların komutanı edasıyla gözlerime bakıyor.
‘Kimlerdensin yavrum, nereden geldiniz?’ diye soruyor
‘Ne yapacaksın ninem, aha geldim, senin yanındayım, bende seninim, yavrunum, buzağınım, manda kaymağınım, sarıp sarmala beni, akraban yap, bu yaylanın sümüklü çocuğu yap…’
***
Yaşın kaç teyzem; 60 diyor.
Kuru çalı gibi beli, 75-80 yaşında sanırsın.
‘Bu dağlar, bu hava, bu dereler insanı dinç tutar, yaşlandırmaz’
Türkan’ı göstererek;
‘Bu İstanbullu da 55 yaşında ama senin kızın gibi duruyor.
Sana ne oldu böyle’ diyorum.
Elinde ki sopayla karşı dağları göstererek;
‘5 çocuk büyütüp okuttum.
Şimdi torun bakıyorum.
Bu dağlar, bu taşlar, bu ormanlar benim sırtımdan geçti’ diyor.
***
Ahhh teyzem, 60’ında Kıbrıscık dağlarının taşları gibi kurumuş, inatla yerinden kımıldamayan teyzem;
Ahhh teyzem, şu akan Aladağ çayında, eti çekilmiş ayaklarını yıkayayım.
Öpüp başıma koyayım.
Bu tarih, bu coğrafya,
Bu ovalarda tüm ayazlara, fırtınalara inat, başını eğmeyen çam ağaçları.
Bu toprakların çocuğu olmaktan daha büyük bir övünç olabilir mi?
Teyzem Türkan’a dönüyor.
‘O baldan yiyen içinde kötülük biriktiremez’ diyor.
Türkan gülüyor, kulağıma eğilip fısıltıyla;
‘Bak teyzede anladı yüreğimin fesatlığını, hadi gidelim’
Bu ovalar, bu dereler, bu çiçekleri bırakıp nereye gideceğiz.
Ahhh teyzem; sen bu ballardan ilimizin siyasetçilerine, bürokratlarına yedirmez misin?
Onların kirlenen yüreklerini nasıl temizleyeceğiz.
Onlara bu ovaların kutsallığını, ilahi gücünü nasıl anlatacağız.
Onları buralara getirip bu derelerde nasıl yıkayacağız…
***
Neyse, bunu da geçelim.
Türkan’ı durdurmak mümkün değil,
Çocuk gibi, yerinde duramıyor.
Arkamı dönüyorum ormanın karanlıklarında kaybolmuş,
Peşinden koşuyorum,
Ormanın bittiği yerde, halı gibi serilmiş yemyeşil bir ova.
‘Hadi elimden tut koşalım diyor’
Eğilip bir papatya kopartıp saçına takıyorum.
‘Yapma, kopartma onu toprağından, onun yeri, yurdu burası’ dese de,
Sana daha çok yakıştı, hem seneye bahar gelince, birlikte yenilerini ekeceğiz bu ovaya’ deyip ikna ediyorum.
/...
***
Mecidiye Caminin avlusuna hüzün çökmüştü,
Herkesin göğsünde Türkan’ın fotoğrafı,
Benimse koynumda kurumuş papatya,
Kokladıkça nefes alıyorum,
Aladağların çam kokusu sinmiş üzerine...
Kokladıkça nefes alıyorum,
Türkan’ın kardelenleri açtıran gülüşü yüreğimde,
Kokladıkça nefes alıyorum...