Bir dakika altmış saniye.
Bir saat altmış dakika.
Bir gün yirmidört saat.
Bir yıl oniki ay.
Bir asır yüz yıl….
Bütün bunları düşününce, “zaman değişti” diyenlere inanamıyorum. Yukarıdaki satırları okuyunca kendime, “değişen ne” diye de sormaktan geri kalamıyorum. Her sabah biz insanlara verilen 86.400 kıymetli saniyeleri harcayalım veya harcamayalım biriktirme imkanımız yoktur. Bir başkasına devretmekte mümkün değildir. Yokta sayamıyoruz. Bu durum sonsuza kadar böyle devam edecek. Hakikaten zaman mı değişti, yoksa biz mi? Bunu gerçekten düşünmek gerekiyor.
Bir başka ifade “küreselleşen dünya” lafı da beni yormaya başladı. Ne yani. Dünya eskiden dikdörtgendi de, şimdi küre mi oldu? Herkes olmadığını söyleyecek. O halde burada da anlatılmak istenen şeyi doğru algılamak gerekir.
Gerçekten herşey çok çabuk değişiyor. Bizler, ya tüm enerjimizi değişime karşı direnmeyi denemek için, ya da karşı karşıya olduğu değişimin kaçınılmazlığını kabullenmek ve bundan yararlanmaya hazırlanmak için çabalarız. Bir insanı birşey yapmaya zorlayabilirsiniz, ama, bu şeyi yapmak istemeye kesinlikle zorlayamazsınız. Bir şeyi yapmak istemek için gereken arzu içimizden gelir. Bu büyük bir güçtür. Önemli olan insanlara bu büyük gücü kazandırmaktır. Bunu gerçekleştirmek, doğru iletişim sağlamakla mümkündür.
Çağımız insanı bir yandan ayda yürüyen, insanlarla iletişimi sürdürürken, öte yandan arkadaşıyla, eşiyle, çocuğuyla, komşusuyla iletişimde bulunamamaktan yakınmaktadır. Bu sebepten apartmanda gece yarısı davul çalan üst kat komşuyu, yan dairedeki gürültücü genci, durakta ayağınıza basan bir kimseyi, ya da gaz kuyruğunda sıranızı alan birini ikaz edemezsiniz. Hemen kavga çıkar. Beladan kaçarsınız, adınız “korkak” olur. Bu durum bir yandan kişinin ve toplumun ruh sağlığını bozuyor, öte yandan, çatışmalara, sürtüşmelere, kavgalara yol açıyor. Günümüzde dayak ve zor kullanmanın hayvan eğitiminde bile olumsuz tesir yaptığı bilinmektedir. Victor Hugo, “sefiller” adlı ünlü eserinde “insanlara hayvan muamelesi yaparsanız, insanlar hayvanlaşır.” Diye yazmaktadır. Bugün "Sanayi Ötesi Toplum" düzeyine ulaşmış ülkeler, bir yandan teknolojik gelişmenin insan sağlığı, özellikle ruh sağlığı üzerindeki kötü etkilerini aza indirmeye çalışırken, öte yandan gelecek kuşakları olumsuz etkilerden kurtaracak yolları arıyorlar. Bunların içerisinde de iletişim ve iletişimin aracı olan “dil” önem kazanmaktadır.
Her ulusun aydınları, öncelikle kendi ulusunun dil, kültür ve sanat eserleri ile yetişmiş olanlardır. Milletin edebiyatında yaşamaya hak kazanmış eserlerini, o milletin genç kuşaklarına tanıtmakta bir vicdan borcudur. Bu tanıtım bugün bizim, yarın bizden sonra gelecek olanlarındır.
Hiç kimse unutkan biri olmak istemez. Biz hariç, hiçbir millet geçmişle bağını koparmaz. Yine biz hariç, hiçbir devlet yetişen kuşaklarına kültür adamlarını unutturmaz. Mesela, hiçbir Alman hükümeti çocuklarına Goethe’nin, hiçbir Fransız hükümeti Molier’in, Victor Hugo’nun, hiçbir İngiliz hükümeti Şekspir’in yazdıklarından mahrum edemez. Birde bize bakın çok eski ünlüleri geçtik diyelim, ama çevrenin ve yeşilin önemi bu kadar öne çıkmış bir dünyada Mehmet Emin YURDAKUL’un “Sakın Kesme” şiirini ders kitaplarında göremiyoruz. Unutturuldu. Bizde unutkan millet olduk. Birçok kez ‘Dilimin ucunda’ deyimini kullanmak durumunda kalmışızdır. Yazanlara hürmet azaldı. “Dil”e sahiplenme bilinci kaybolmakta. İşportaya düşmüş “argo” üsluptan sayılır olmuştur. İstiklal Savaşın da yakılan türkülerde geçen kelimeler bile anlaşılmaz olmuştur. Şu anda bile, bellek aksamalarımız bulunmaktadır. Bu kopuş pek hayra alamet görülmüyor.
Gençler yüz yüze konuşamıyorsa, kadın eşi, işi, çocuklarından çok msn yazışmalarıyla meşgulse “dil”de sorun var demektir. Birçok insan ilgisizliğin, geçim sıkıntısının, gelecek endişesinin, işsiz kalma korkusunun yarattığı güvensizlik ve umutsuzluk içinde hayatını sürdürüyorsa sorun büyük demektir. Bu sebeple iletişimde kaygıdan, kızgınlıktan, öfkeden kaynaklanan iletilerle bağlantı kuruluyorsa arabesk kültür “dili” söndürmüş demektir. Karşılıklı saygı, güvenirlik ve başkasını düşünme gibi değerler, yozlaşan önemli yapı taşları olarak karşımıza çıkıyorsa “huzur” aranır olmuş demektir. Başkalarının duygularını anlayabilme, önsezi, düzeltme yeteneği, “empati” kurma gibi karakteristik özellikler git gide kaybolmuşsa “Kal ile anlatma, hal ile anlat” nezaketi de kaybolmuştur.
Birileri TV’ ye çıktığında iletişimin ve beden dilinden bahsetmekte ve hürmeten de olsa “Beden Dili”nin ilk sahibini anmamaktadır. Bu ilme ve ilim adamlarına hürmetsizliğin altın derecesidir. Halbuki dünyada kimse iletişimde “beden dili” kavramını bilmezken, 1927-1937 yılları arasında çalışmalarını yaparak dünyaya ilk duyuran ünlü pedagog İsmail Hakkı BALTACIOĞLU’dur. Hangi harfin, bedenin hangi özelliğine karşılık geldiğini ilk açıklayanda O’dur. Bu iddialı söz için belge isteyenlere “Yeni Adam” dergisini araştırmalarını öneririm.
Türkçe: Türklerin dili… İletişimin kaynağı, beynimdeki düşüncemin kâğıttaki fotoğrafı. Divanın, dergâhın, devletin ve devletlinin, efendi ve beylerin, köyün ve köylünün her daim emrinde, her zaman ağzında olan, sözün gücünü ortaya koyan ve seyir defteri zengin olan bir dil.. O bir mühür.. O mühür dağlara da damgasını bastı, çağlara da… Uzun yıllar dilden dile, söylenip geldi. Acı olan ne? Acı olan, yabancı dili tercümede maharet sergileyenler, kendi kültürünü ifade eden sözler ve söyleyişler hususunda sağır kalıyorsa, düşünenlerin feryatlarına aldırmıyorsa ve haykırışları duymuyorsa…
Times’i lügatsiz okuyanlar, Yahya KEMAL’in Süleymaniye de Bayram Sabahı’nı veya Akif’in Safahatını açıklamasız, izahatsız anlayamıyorsa müthiş bir sorun var demektir. Donkişotları, üç silahşör romanlarını ezberleyenlerimiz, Yakup Kadri’nin Yaban’ını, Ömer Seyfettin’in Bomba’sını, ya da “Topuz”unun karşısında gülle yemiş gibi süzgün ve suskun duruyorsa sorun var demektir.
Ecnebinin, “Tom Amca’nın Kulübesi’ni” ağlayarak okuyanların Heyder Babaya Selam ağıtına, yada Mehmet Emin YURDAKUL’un “Sakın Kesme” şiirine veya Vahapzade’nin “Ağla Karanfil Ağla” şiirine hele de Abdurrahim KARAKOÇ’a yabancı kalıyorsa vay halimize…Porter Poliannasında saadet arayanlarımız, Yusuf Has Hacib’in Kutlu Bilgi Kitabına ( Kutatgu Bilig) kayıtsız ise…Dünyanın en uzak noktasında ki bir adayı adı gibi bilen, Türk Dünyasına yabancı ise oturup dövünmek lazım… Hece bilmeyenler Türküleri, Türkü söylemeyenler de Türkleri bilmemekte ısrarlı davranıyorlarsa, bilin ki orada dönme ve devşirme zihniyeti vardır. Türkülerle büyüdük; “Türkü derttir, türkü ince sızıdır/ Türkü Türk’ün alnında ki yazıdır.”
Kuralsız ve kaidesiz yaşamak için gençler özendirilmekte adeta gençlere kışkırtıcı ortam hazırlanmakta ise bilin ki orada yozlaşmadan sorumlu insan mühendislerinin müthiş çabası vardır. Bu çaba Türk’ü kendinden ve kimliğinden uzaklaştırma çabası için harcanmaktadır.
Dil giderse devlet gider, Türkçe yok olursa Türklük yok olur….
Türkçenin şairleri ve yazarları gariptir… Onlar çoğu zaman yuvasından uzakta ölür…. Nasıl garip olmasın ki… Öz yurdunda onları gözleyenler, sütrelerinin göz kamaştıran gösterişinden onları göremezler… Onlar görev adamıdırlar… Bu görev, Türkçenin sonsuza kadar bu yurtta daim olmasının bilincinde olan insanlardır. Türkçeye hizmeti vatan borcu bilirler. Onlar denizlerdeki inci, gökteki yıldızlar gibidir… Düşerler ama düştükleri yerden kalkarlar… Yorulurlar ama yorgunluklarını belli etmezler… Sıcak kucaklarda ve saray yavrusu evlerde dünyaya gelmediler… Ya tarlada, ya harmanda, ya da dağ yamacında şefkatli bir büyük annenin kucağında dünyaya “merhaba” dediler… Bu satırların sonunda belirsizlik oluştuysa karar verebilmeyi deneyelim. Bu çalkantılı değişim aralığında olumlu bir tavır gösterebilmeyi deneyelim. Sahi “zaman mı değişti”, “ dünya küresel mi?” Yoksa bizde mi köşe kalmadı?