(Bu öykü Edebiyat Nöbeti Sanat ve Edebiyat Dergisinin 37. Sayısında yayımlanmıştır)
Kapı yumruklandı, “girin” dememi beklemeden bir hışımla daldı içeriye ve kapıyı çarparak kapattı.
“Öğretmenim özür dilerim ama sinirlerim çok bozuk, bu yüzden kurallara uymadım.”
Bunları söylerken yüzüme bakmıyordu. Cılız bedeni yay gibi gerilmiş, kaşları çatık ve soluk alış verişi duyuluyordu. Ellerini göğsünde birleştirmiş hafifçe dudaklarını kemiriyordu.
“Sinirli de olsan kuralları çiğnemen doğru değil biliyorsun Meryem.”
Sözümü boğazıma tıkarcasına ve ses tonunu bir kademe arttırarak: “Bu okulda kocaman kocaman öğretmenler kurallara uymuyorsa bir kerede ben uymasam ne olur, dedi”
Tartışmaya açık değildi, bu yüzden geri adım atması gereken bendim. “Eli sopalı koyun çobanı” rolüne bürünmenin anlamı yoktu. Bu benzetme Meryem’e aitti. Meryem taşımalı öğrencilerden biriydi. Köy öğrencilerinin merkez okullara taşınmasının kısa adıdır taşımalı öğrenci kavramı. 20 km uzakta ki bir köyden taşınarak gelen bu öğrencimin en iyi bildiği işlerden biri abisiyle kuzu gütmekti. Sık sık çobanlık anılarını anlatıp, bizi güldürürdü. Bir gün sınıfındaki olayları anlatırken öğretmenini eli sopalı koyun çobanına benzetmiş: “Çünkü öğretmenim, abim yaramazlık yapan koyunlara sopa fırlatıp azarlıyor, sınıf öğretmenim de öyle,” demişti. Savunmaya çalıştıkça battığımı fark edip konuyu değiştirmiştim. Şimdi yine geri adım sırası bendeydi.
“Meryem bu ders seni beklemiyordum aslında. Geziye gitmeyecek miydi sizin sınıfınız?”
“Onlar gittiler.”
“Peki, sen neden gitmedin?”
“Bu konuyu konuşmak istemiyorum öğretmenim.”
Sorun ortaya çıkmıştı, yaşadığı her neyse “gezi” ile ilgiliydi. Meryem, destek eğitim sınıfında beklenmedik gelişme göstermişti. Bırakın kaynaştırma öğrencisi olmasını, üçüncü sınıf her hangi bir öğrenciden beklenmeyecek düzeyde düzgün cümleler kuruyor, espriler yapıyor ve iğnelemesi gerekirse ustaca taşı gediğine koyabiliyordu.
Kaynaştırma eğitiminden çıkarmak için RAM’a müracaat etmiş değerlendirme sonuçlarını bekliyordum. İğneyle kuyu kazar gibi bir emekle bu düzeye taşıdığım öğrencimin olur olmaz sebeplerle dalgalanmasına neden olan her kimse benimle savaşa hazır olmalıydı.
“Tamam, çocuğum otur. Canın ne isterse onu yap, bugün ders yapmayacağız çünkü hazırlığım yok” dedim. Aslında sadece yüreğini burkan her neyse üzerinden atsın istiyordum. Yoksa hazırlıksız olmak tecrübeli bir öğretmenin gerekçesi değildi.
Sınıfımızda ki her biri tek kişilik iki sıradan kendi sırasına oturdu.
“Resim yapmak istiyorum,” dedi biraz daha yumuşamış ses tonuyla.
“Kızım dolaptan resim kâğıdı al.”
“Kimsenin yardımına ihtiyacım yok,” dedi. İçerlemiş olduğunu belli ederek. Matematik defterini çıkardı çantasından ve gelişigüzel bir yerden kareli bir sayfa kopardı.
Artık onu izlemiyordum çünkü kafamın içinden akan düşüncelere cevap bulmaya çalışıyor, zili dört gözle bekliyordum.
Zil çaldığında bir miktar para verip, “İki tost yaptır gel kantinden,” dedim.
“Ben aç değilim öğretmenim,” dedi. Tepkisini bana karşıda sürdürdükçe sonuç alamayacağımızı biliyordum. Dikkatli bir müdahale gerekiyordu.
“Bunu konuşmuştuk daha önce. Öğretmenin ikramı geri çevrilmez demiştim, hatırla. Bayramlarda aldığın şeker gibi. Yemeyeceksen çantana koyarsın ama geri çevirmen nezaket kurallarına ters düşer.” İtirazını sürdürmeden çıkıp kapıyı usulca kapattı.
Telefonuma sarılıp sınıf öğretmenini aradım.
“Öğretmenim, merhaba. Rahatsız ettim ama bir konuyu öğrenmeliyim.”
“Buyurun” dedi ruhsuz ve donuk bir ses tonuyla. Nasıl olduğunu tarif edemem ama telefonumu beklediğini hissettim.
“Meryem bugün neden geziye gelmedi?”
“Ben götürmedim çünkü ailesi gezi ücretini göndermedi, müdür beyin haberi var.”
“Keşke söyleseydiniz ben öderdim.”
“Mesele sizin ödemeniz değil, bende karşılayabilirdim ama o ailenin duyarsızlığından bıktım. Bir ders almaları gerekiyordu.”
Özrü kabahatinden büyük bu açıklama sinirlerimi bozmaya yetmişti. “Sizin de bir derse ihtiyacınız var,” deyip telefonu yüzene kapattım. Bunu kimsenin yanına bırakmam ancak şimdilik, açılan yarayı pansuman etmem gerekiyordu.
Tostlarımızı yemeye başladık, konuşmuyorduk. Gerilim düşmüş ama üzüntüsü bitmemişti. Yaşadıklarını içselleştiremiyordu belli ki. Masum, sevimli ve keder doluydu. Sığınacağı bir dulda olmaktan öte elimden bir şey gelmiyordu.
“Meryem baban neden gezi parası vermedi sana?” Lokmasını bitirip kalan tostunu peçetenin üzerine koydu, gözlerimin içine baktı.
“Öğretmenim söyleyemedim ki, annem hasta biliyorsunuz. Abimle ben okuyoruz, masraflarımız var. Evimizde para kazanan sadece babam. Geçen akşam telefonda bir arkadaşından para isterken duydum. Eğer para bulamazsa ev kirasını ödeyemeyeceğini söyledi.”
Yediklerimi boğazıma dizen bu cümleden sonra buğulanan gözlerimi görmemesi için uzun süre bahçeyi gören pencereden uzaklara baktım anlamsızca. Sadece yutkundum durdum. Duygularımı yenince tekrar Meryem’e döndüm. Kafasını sol omzuna doğru yatırmış, sağ elinin işaret ve orta parmağını diz vermiş kırmızı kadife pantolonunun çizgileri boyunca ileri geri hareket ettiriyordu. Sessiz direnişinin sembolü kırmızı pantolonuymuş gibi sevgiyle dokunuyordu çizgilerine. Tostunun kalanına dokunmadığını fark ettim. Ortamın sessizliğini bozmak istediğim için sordum.
“Resmin bitmiş miydi?”
“Evet öğretmenim.”
“Bana anlatmak ister misin?”
“İsterim öğretmenim,” dedi. “Sırama gelir misiniz?”
Sandalyemi çekip yanına oturdum. İyice sokulup bir elini boynuma doladı. Duygulandığımı ve şefkate ihtiyacım olduğunu düşünüyor olmalıydı. Kocaman yüreğinde bana da yetecek kadar sevgi vardı. O sevgiyi benden esirgemiyordu, yaralı kalbi olan benmişim gibi. Sağ elinin işaret parmağıyla kâğıdın üzerine bastırarak anlatmaya başladı.
“Resim renksiz çünkü çok kötü bir gün. Güneşli bir gün olduğuna bakmayın. O da mutsuz, ağlıyor, çünkü kalbim kırılmış iki parça. Güneş, çocukların kalbi kırılsın istemez. Sen hiç çocukları inciten yıldız gördün mü öğretmenim?”
“Görmedim” diyorum buğulu bir ses tonuyla. Anlatmaya devam ediyor cevabını alır almaz.
“Bulutlar da ağlıyor, Güneş, yere düşmeden kurutuyor gözyaşlarını. Bu geziye giden otobüs öğretmenim. Çocuklar üstüne bayrak dikmişler, seviniyorlar, gidebildikleri için.”
Boynuma dokunduğu avuç içinin terlediğini hissediyorum. “Duvarın yanında yalnız kalan da benim. Hem uğurluyorum hem de ağlıyorum arkalarından. Saçlarımı da ördürmüştüm, gidemeyince açtım.”
Sonra sustu, derin bir sessizlik başladı. Bekledim bir süre anlatmaya devam etmeyince sordum.
“En alta çizdiğin yüzü anlatmadın, resme dahil etmek istemiyormuş gibi çizgiyle ayırmışsın.”
Dudaklarını kıvırıp elini boynumdan çekti.
“Ayırmadım, yerini kendisi seçmiş. Cam kenarından bana bakıp, oh çekiyor. Gördün mü gününü… nasıl da bıraktım seni tek başına, diyor içinden. Ben de onu yakınlaştırdım gerçek yüzü görünsün diye.”